28 Eylül 2010 Salı

FREE ENES...



Fenerbahçe hala bu çocuktan ne istiyor? Ne umuyor? Anlamış değilim. Bu çocuk Fenerbahçe’den ayrılırken yaşadıklarını deşmek, hak dağıtıp taraf tutmak niyetinde değilim ama bu çocuk Fenerbahçe’den ayrılmadan önce Yunanistan’dan öyle yüklü bir teklif aldı ki duyunca inanamadım. Teyit ettirince dudaklarım uçukladı… Hem kontrat çok yüksekti hem de sadece 2 yıllık olduğu için Enes’in önünü tıkama gibi dezavantajı yoktu. Bu çocuk bu parayı kabul etmedi ve NBA’da varabileceği noktayı sezdi… gitti… Gitti ama ilk gittiği yerde kendinden çok zayıf oyuncuların olduğu bir organizasyon olduğu için haline üzüldük, menajersizliğini çemkirip yazık oldu bile dedik. Ama çocuk öylesine kabiliyetli, çalışkan ve oyun bilgisi yüksek ki KENTUCKY 2010 draftında kaybettiği pota altı oyuncularını tek adamla doldurabileceğini fark etti ve ikna edip kadrosuna kattı. Sonrası bildiğiniz gibi… Amerika basını Enes’in ne denli büyük bir yıldız olabileceğini gösteren farklı listeLER yaptı yayınladı.

VE KANUNLAR…
NCAA= PARA KAZANDIYSA NCAA’DE OYNAYAMAZ.

FBÜLKER= BİZ PARA VERDİK.

SONUÇ…



Bu çocuk para için değil kariyeri için Amerika’ya gitti. 5 sene sonra milli takım kadrosuna çağırıldığında ‘ENES VARSA MADALYA ihtimaliMİZ YÜZDE 50 ARTTI.’ dememiz için gitti. Kim bilir belki gönül rahatlığıyla ALL-STAR oylamasında oy kullanacağımız günler için gitti. Gitti ama daha 18 yaşında bir çok karar almak zorunda kalan, çoğunu menajersizlikten beceremeyip ablaklaştıran çocuk tam nefes almışken FBÜLKER kelepçeyi taktı.

OYSA EFES’İN HEDO İLE YAŞADIĞI GURURUN FAZLASINI YAŞAYABİLİRLERDİ. ŞİMDİYSE BU PROBLEMİ HER TÜRLÜ AŞACAK KENTUCKY LOBİSİNİN GURURU OLACAK...



KAMPANYA DESTEĞİ= http://twitter.com/FreeEnes

27 Eylül 2010 Pazartesi

KISAYDI AMA HATIRALI OLDU


World Open finali Avustralyalı Robertson’un 5-1 lik skoru ile bitiverdi. Aslında turnuvanın genel özeti de ‘bitiverdi’ ile özetlenebilir çünkü 3te biten maçların yaşattığı açlık, mecburen stratejisizlik, speedcilik, aynı gün yarıfinaller ve final oynanması ile tadı damağıma bulaşmadan biten turnuva oldu. Bu kadar olumsuzdu ama Ronnie ilk turda turnuvayı öyle güzel damgaladı ki bu turnuvayı şampiyonu Robertson ile değil SERİYİ 140ta bırakmak isteyen, 147 ödülünün pazarlığını yapan Ronnie ile hatırlayacağım (birkaç yazı öncesi).

Maça gelirsek Robertson şahaneler yaratarak başladı ve bitirdi. Bir ara (3. Frame) çuvallar gibi oldu ki (kaybettiği tek frame buydu) toparlanma yolunu klasikleşmiş yavaşlık taktiğiyle kolay aştı. Ve ritim bulamayan, sürekli birileriyle fısıldaşıp güldüren Ronnie’yi yendi. Son şampiyonun en etkili silahı uzun shotlardı…

24 Eylül 2010 Cuma

İ3 AKATLAR DİYARI...




İ3 Akatlar diyarında mı???!!! bu haber spor medyamızın her sene 5 tane BREZİLYA milli takım oyuncusunu, 4 tane ARJANTİN milli takım oyuncusunu, 3 tane İNGİLİZ milli takım oyuncusunu, 2 tane İTALYAN milli takım oyuncusunu, 1tane İSPANYOL milli takım oyuncusunu 3 büyüklere transfer eden komik haberlerden değil. Rüya kadar uçuk ama gerçekleşme ihtimali olan bir haber.

Daha önce İ3’e takım yok yazısını yazmış ama sadece İNSALLAH AVRUPA’YA gelir temennisinde bulunmuştum yani Türkiye’ye gel imasını bile düşünmemiştim ama şimdi olabilir. Peki nasıl? Parayla olmaz. Parayla kanmaz ki Türkiye’deki hiçbir takımın böyle bir bütçesi söz konusu değil. Sadece inanmalı. Burada mutlu olacağına, İstanbul’u seveceğine, hiç yaşamadığı bir koreografa en az Quaresma-Guti kadar inanmalı…

Daha önce sağlık problemleri için AMERİKA’YA giden Serdal Bey sanırım orda da rahat durmamış…

DOYURMAYAN GLASGOW

Snookerı çok özlesem de Shanghai Open’ı geçen sene orada yaşadığım rezillik yüzünden izlemedim. Konsantrenin en üst düzeyde olması gereken oyunda yapılan şakşakçılıktan, flashlardan, oyuncu tepkilerinden, misafir nedir bilmezliklerine eklenmiş küresel kriz göt kaldırıcılığından, olimpiyatlardaki inanılmaz zıplamalarından sonra CRUCİBLE’YE bok atıp ‘BİTECEK… vurucam kırbacı vurucam kırbacı’ inanışlarından tutun kokuya varın ve hak vermeye çalışın. Belki hepsine rağmen saçma bir boykot deyip geçebilirsiniz ama ben özlemimi GLASGOW OPEN’a bıraktım. Bıraktım ama tv’nin spora etkisinin en üst noktasını görüp lanet etmeye yeltendim ama özlem ama sağ olsun RONNİE hepsini sildi hem de daha last 16 dayken. Kızdığım nokta turnuvadaki maçların 5 frame üzerinden oynanması. Yani 3 yapan kazanır, yani 1 saat günümdeydim ve nerelere geldim. Yahu bu oyun uzun oyundur, her noktasında stratejik değişiklikler olan oyundur. Ara sıra rakibine yem atıp onu dener, zorlar, stratejisini bulandırırsın. 3 yapan kazanır ne demek? HENDRY - RONNİE efsaneler çarpışmasının ilk hata yapan frameyi kaybeder finişleşmesi ne demek? Hele sadece final maçı 5 frame olmayacak düşüncesi ne demek? Hadi bir talihsizlik oldu devler erken çarpıştı, kurallar 5 idi tamam ama çeyrek final yarı final nasıl olurda yazı tura kıvamındaki seanssız oyuna denk gelir? Ahhh John Higgins waahh John Higgins… Sen olsan bu oyun bu komiklikte gitmezdi. Hani Çek Cumhuriyetinde belki olurdu ama İskoçya’da olmazdı, evinde olmazdı… Sen ki ekonomik krizde snookerı ayakta tutma becerisini gösteren snooker aşığı ve sıralama lideriydin ne işin vardı RUS MAFYASI kılığına girmiş medyanın tongasında…

Seviyorum, izliyorum ama 3’te biter noktası sinirlerimi zıplatıyor. Başka bir özellikte oyuncuların sinirlenirini zıplatıyor. Neymiş? 147 yapanın ödülü 4bin poundmuş!!! Lafı geçmişken 147 bir oyunda alınabilecek maksimum puandır ve CRUCİBLE’DE değeri 147BİN POUNDDUR. Zordur yazıyorum ama o’su fazladır (zoooo…r).
Ve ilk turda yaşanan olayı anlatmak isterim. Okumak zor diyene videosunu da koyacağım.

RONNİE 147ye doğru koşar adım ilerlemektedir ama kafada 4binlik rezil rakam vardır. 100ü geçince hakeme döner ve hınzırca ödülü sorar. Hakem gülerek cevabı verir. Birkaç kırmızı siyah kombinasyonundan sonra bir kere daha sorar hakem güler. Sayısı 140 olmuştur ve çok o’lu zoru başarmasına 1 siyah top kalmıştır ve protesto edip atmamak ister ama hakemi kırmaz seriyi yapar.







Bu arada bugün oynanan HENDRY-SULLİVAN maçının galibi SULLİVAN oldu ama dokunmadan hatta öpüşmeden seks kıvamında kaldı. Nedeni yukarıdaki 5 rakamında.

DELİDİR DELİ

Bu adamın yeteneğinden, oyun bilgisinden emin olduğum kadar deli olduğuna da eminim. Ama bu delilik özel yeteneklere yapıştırılan ‘normal olması beklenemez.’ tamlamasındaki bir delilik değil. Belki çocukluk döneminde babasının hapse girmesi tetik noktasıdır. Bilinmez… tek bilinen isterse maçı kazanır. Jordan nasıl 38 derece ateşle harikalar yarattıysa bu adam da yarattı. Jordan nasıl saha içinde küçümseyici bir göz gördüğünde farkla kaybedilen maçı çevirdiyse bu adam da öyle maçlar çevirdi ki bilenler geçen sezon Robertson‘un ‘dilimi bilerek çıkarmadım ama artık rakibim Ronnie ise ağzım bantlı oynayacağım.’ açıklamasını bilirler.

Size klasik bir Ronnie O’Sullivan maçı sahnesi aktarmak isterim. Rakip oyuncu öyle şahane bir vuruş yapmıştır ve Ronnie’yi snookera düşürmüştür ki salondaki (ronnie hayranları dahil) seyirciler bu sessiz sporun seyrici koltuklarını avuç kızarması şiddetinde alkışla ve gürültüyle bozuyorlar. Ama Ronnie başkasının en az 2-3 dakika düşünmesi gereken pozisyonu alkış bitmeden çözüp uyguluyor ve sonrasında göt kadar salon WEMBLEY’E dönüşüyor.

Hızlı düşünür, hızlı uygular, sağlaktır ama ‘sol elimle turnuva kazanmak istiyorum.’ diyebilecek kadar solunu kullanmayı sever, maç önü maç sonu açıklamaları olaydır, kazanmak isterse kazanır ama istemezse 1 seans şov yapıp delik ağzındaki topu sokmaz, Çin’i sevmez hatta seveni bile sevmez, lakabı rokettir niyesi aşağıdaki videodadır.


En son komedisi tazedir bir sonraki yazıdadır.





BAMBAŞKA BİR SPOR

Bu spor o bilardo sporlarından değil. Amaç; o bilardo sporlarından kastım olan pool, 3 top, 9 top, 14+1 oyunlarını küçümsemek, zevksizmiş gibi göstermek hiç değil. Çünkü oynamaya çalışıldığında yaşadığın zorluğu görüp ‘izlemesi daha güzel.’ kanısına varan çok ki biz deneyip hiç varlık gösteremediğimiz, umut vaat etmediğimiz bir şeye ‘o halde becerenleri izlerim.’ cümlesiyle yakalaşan bir ırk değiliz. Akıllarda ‘Blanka Vlasic hayranıyız diye yüksek atlama mı denedik?’ çemkirmesi koşturmasın çünkü o matematiğin yeri burası değil.

Oyunun bulunuşu tahmin edildiği üzere adalılardan doğmadır. Ada askerleri klasik bilardoyu biraz zorlaştırmak istemeleriyle başlar ve üzerine kata kata snooker oyunu ve kültürü oluşur.



15 tane kırmızı, 1 sarı, 1 yeşil, 1 kahverengi, 1 mavi, 1 pembe ve 1 siyah top masadaki yerlerine konur ve çizgiden oyun başlar. Ama oyuna ‘kırmızıların göbeğine sert bi vuruş yapayım. nasıl olsa biri girer.’ mantığı ile yaklaşmak hem ahmakçadır hem terbiyesizcedir hem kaybettirici düşüncedir. Oyun güvenli atışlarla başlar ve 1 kırmızı 1 renkli top kombinasyonunda gider (free ball faul hariç) ve toplar bittiğinde en çok puanı alan kazanır ama bu toplam sayıların yarısı+1 aldım maç bittiye denk gelmez. Çünkü snookerlar devreye girer. Snookerın oyundaki anlamı; rakibinizin görmeniz gereken topu size göstermemesidir. Mesela rakibiniz beyaz topu öyle bir yere gönderir ve siz görmeniz gereken kırmızıyı direkt olarak göremezsiniz. Bantları veya falsoyu kullanmanız gerekir.  Beceremezseniz faul olur ve rakibinize puan yazılır ve siz yarısı+1 matematiğinize üzülürsünüz. Bana kalırsa oyunun da en zevkli anları bunlardır. Hele snookera düşen oyuncu 3 banttan topunu görüp rakibini snookera düşürdüğü sahneyi izlerseniz ağzınızdan çıkan şaşkınlık ifadeli kelime hayatınızı en şuursuz şaşkınlığını sembolleyebilir.

Masanın boyutu 3.6*1.8m’dir ve bu bilinmesi gereken; uzun shotların, güvenli atışların  kıymetini daha iyi anlamınızı sağlayan bilgidir. Geri kalan kuralları izleyerek anlamak daha zevkli olduğu için yazmayacağım ama soru varsa yanıtım olacaktır.

Şu an öyle güzel bir nesil izliyoruz ki şanslıyız demek biraz ayıp olacak. Aslında 3 nesil kolajı izlediğimiz için içinde 1 nesil geçen cümlem ayıp olacak.

ÖNEMLİ NOT= EĞER İLK İZLEDİĞİNİZ MAÇ RONNİE O’SULLİVAN MAÇI İSE BAZI RONNİE İLE ALMAYIN. ÇÜNKÜ O ADAM İMKANSIZ ZAMAN ALIR LAFINI ÇÖKERTEN ADAM. LAKABI… TABİİ Kİ ROKET…


18 Eylül 2010 Cumartesi

SCHUSTER'İN ARKASI


Yedek kulübümüzdeki Schuster’i görün biraz soluna gidip numaralı tribüne çıkın. E bölümüne... tam orda bjk için delirmiş insanlar var. Hani o stadyumun her koltuğunda delirmiş insanlar var ama bu deliler farklı deli. İstanbul dışında oturmalarına rağmen Bjk kombinesi alan ve inatla her maça gelen insanlar. Aslında bende o insanlar topluluğu içindeyim ama onların her maç için yaptıkları uzun yol ve benim arada bir yaptığım onlara göre daha kısa yol matematiğinde susmak bana düşer. 

Bilet bulup eşlerini de maça getiren İzmirli kombineli abilere selamlar…
Kütahya’dan kalkıp  bızdırık kızını da getiren Kütahyalı abiye selamlar… 

Fotoğraflarını, ilk İnönü buluşmasında sorup koyacağım. (isimlerini de)...

16 Eylül 2010 Perşembe

DEV BÜTÇESİ ve DEV SORUNLARIYLA VANCOUVER 2010



İyisiyle, kötüsüyle, talihsizlikleriyle, kötüsüyle, tabiat ananın inatçı tavrıyla, kötüsüyle, yine Türkiye’nin rekabete burnunu sokamadığı bir kış olimpiyatı olarak geçti tarihe 2010 Vancouver.  

Efendim ilk önce kış olimpiyatının ne olduğunu daha doğrusu sporsever hücrelerime yaptığı naçizane etkiyi belirtmek isterim. Yaz olimpiyatları bir yana kış olimpiyatlara öylesine bi köşeye diyen çoktur. Haklılar yada haksızlar demekte benim haddim olmadığından bana bıraktıklarını maddelendireyim. 

Kış olimpiyatları tabiat ananın kış-soğuk kavramının üzereni kurulduğu için branş çeşitliliği olarak biraz zayıftır ve bu zayıflığı parkurları boyutlandırmalarla genişletip pazarlamak istemeleri mantıklı olduğu kadar sporcu sayısı azlığından vizyonsuzluğa dönüşüyor. Yani spor ruhu gelişmiş, hırslı bir sporcu parkur versiyonlarının hepsinde mücadeleci olabiliyor. Akıllara ‘’eeee yaz olimpiyatlarında 5bin ve 10bin metrede de mücadeleci sporcular var.’’ gelmesin. Çünkü vizyonu zayıflatan üst düzey sporcu sayısının azlığı. Ve sonucunda oluşan Almanya 1-2-3 takımlarının olimpiyatta podyum savaşı vermesi sinirlerimi bozuyor. Hele spikerin sürekli ‘diğer mesafeyi çok istedi diye bu branşta tempolanmak istemedi.’ misallerinde cümleler kurması ‘eee nerde bu olimpiyat ruhu?’ dedirtiyor ki kış olimpiyatları, olimpiyat gibi değil de kuzey ülke insanlarının 15 günlük festivali gibi geçiyor. Ama ben bunu kabul edip ‘ bu onların eğlencesi.’ mantığıyla izlediğim için 4 senede bir beklerim. 



İşin en büyük zevki branşlarla özdeşleşmiş ülkelerin sporcularına kafa tutan diğer ülke sporcularının arzusunu görmek… mesela bobsleitteki Almanya hegemonyasını, artistlik patinajda Rusya hegemonyasının bitmesi ve sürat pateninde 2 koreli’nin önünde finish gören Çinli‘yi izlemek…

Yukarıda kış olimpiyatlarına olumsuzmuşum gibi yaklaşmam bazı yaz olimpiyatlarına göre almamdan ve Vancouver’daki skandallardan etkilenmemden kaynaklanıyor. Yoksa 15 gün boyunca bayıla bayıla kayakla atlama, artistlik patinaj, buz hokeyi, sürat pateni izledim…

VANCOUVER 2010 NOTLARI

1- Kanada hükümeti olimpiyat bütçesini açıkladığı andan kapanışın son gününe kadar süren tartışmalar hatta tartaklanan Kanadalılar hiç hoş olmadı. Bu arada Kanada hükümetinin madem bu kadar turist gelecek yükselt vergiyi, ver odunu stratejisinin bokunu çıkartması ayıba uzandı.

2- Tabiat ana ilk hafta pistleri hiç beslemeyince ertelemeler, ölü karla karışık pistlerde yapılan yarışlar rekor beklentisini çöpe attı. Hele bozulan kar makinesinin yedeğinin bulunmayışı çok sevimsizleştirdi.

3- Bobsleightte yaşanan talihsizlik çok üzücüydü. Kanadalı yetkililer parkurun güvenli olduğunu açıklasalar da bayanlar yarışında parkur kısaltıldı. 

4- tv seyircisi olarak açılışı da kapanışı da çok beğendim ama töreni yerinde izleyenlerin ‘’dev kolonlardan başka bir şey görmedik.’’ çemkirmesi çok tartışıldı çünkü bütçe-hizmet ikilemini daha da sıcaklaştırdı.

5- Sürat pateni daha önceden bildiğim ama bu olimpiyatla hakimleştiğim bir spor branşı oldu. Temaslarıyla, diskalifiyeleriyle çok aksiyonlu bir spor ve Koreliler bu spora fazla. Gerçi Çin, spor yatırımını çok genişlettiği için büyük rekabet yakındır.

6- buz hokeyi 2 tane 50 yıllık hasreti bitirmesiyle (ABD Kanada’yı-Kanada Rusya’yı) ,ABD’nin turnuva boyunca maç sonunu müthiş oynama huyu çok merak uyandırıcıydı. Lafı geçmişken finali, 3-1den 5-3 olan yarı final maçı ve Slovak sürprizi ile harikaydı.



7- Artistlik patinajdaki kural değişimi yılların Rus hegemonyasının çökmesini sağladı. Eskiden müzik-ruh-estetik üçlemesi kim daha çok risk alır ve başarırsa kazanıra dönüştü. 

Didiklenmemiş HINCAL yorumu= Müzik ve ruh varsa Rusya her zaman favoridir ama iş oradan oraya atlamaksa Çin başı çeker.

8- olimpiyatın ilk gününde yapılan kayakla atlamayı şahane anlatan EUROSPORT spikerine teşekkürler. Winner sunumları şahaneydi hatta sporcu performans ilişkisini kurup coşkulanması harikuladeydi (Biraz bilgi mükemmel yapardı.)…

9- Türklerin geriden geleni tutma huyu Kanada-ABD finalinde ortadan kalktı. Çünkü ABD kalecisini çıkartıp 6ya 5 hücum ettiğinde Kanada’nın yaptığı şuursuz icing desibelli tepki aldı. 

10- süre değiştirmeler… (yorumsuz)

11- İngiliz manşetleri= iyi ki Vancouver 2010 var. Onlar olmasa tarihin en kötü olimpiyatını biz yapacaktır. Biz bile bu kadar kötüsünü yapamayız.



 

15 Eylül 2010 Çarşamba

BRAVO İSPANYOL BALBOA


Aslına bakarsanız Roger Federer hayranı olmam nedeniyle ilk tenis notumun RAFA NADAL ile ilgili olmasını yadırgıyorum. Yadırgamamın altında Nadal veya başka bir tenisçiyi küçümsemek düşünülemez ama ROGER'in ‘öldü mü? Yıldızsız mı kaldı?’ denilen erkek tenisini getirdiği nokta beni etkileyen noktadır. Bir efsanenin doğuşuna yükselişine inmeyişine tanıklık etmem de başka bir hayranlık sebebim. Hala anlatmak istediğim RAFA NADAL hareketine başlayamamamdan belli oluyordur hayranlığım. Belki de ilk cümlemin içimi burkmasından dolayıdır lafa gelemeyişim. 

Olay şudur efenim… bu enerjisi bitmeyen, yoruldukça daha da hızlanan Rocky Balboa kılıklı beyefendiye kariyerindeki ilk us open'ı kazanmanın verdiği çoşkuyu yaşarken  'Roger Federer’in 16 kupasına ulaşır mısın?' Sorusu soruluyor ve verdiği cevap çok beyefendice, çok olgunca…

RAFA= BAŞARILIYIM AMA ROGER İLE KIYASLANMAK FAZLA İLERİ GİTMEK OLUR…

Tabii ki bu müthiş zirvede yaşanan centilmenliğin, saygının kıymetini seviyoruz ve zeminde ROGER izleri görüyorum. Çünkü nerden baksan RAFA İspanyol… =))

REZALET ÇIKABİLİRDİ...





böylesine kritik bir anda hakem yanımızda olsun hayret. acaba Murat Abi(Murathanoğlu) görse ağlar mı? veya hakem o düdüğü çalsa Türkiyem langırt şampiyonası bile düzenleyememesine sebebiyet olaylara şahit olur muydu?

I3'E TAKIM YOK...


Her efsane gençler ile mukayese edilir. Daha doğrusu bizden bi cümleyle veliaht ilan edilir. Kimi zaman oyuncudan ne kadar umutlu oldukları göstermek için, kimi zaman yersiz yere polemik yapmak için, kimi zaman ‘’dur!! O adamla sadece x karşılaştırılabilir.’’ dedirtmek için, kimi zaman gerçekçi olmak için ama 1 efsane var ki o İVERSON; onun ile anılan hatta acaba olur mu denilen bir oyuncu olmadı. Hani olduysa da fıkralarda geçmiştir. Ve o adam şimdi evinde basketbol oynayamıyor. sürgüne, ÇİN’E gitme ihtimali ile anılıyor. Kariyerini 27.7 sayı ile nba’nın 3.sü olmuş, ölüsü ALL-STAR yapan adam kendine takım bulamıyor. Hani minimum kontrat bile alamıyor… GİTME ÇİN’E GEL AVRUPA’YA…

14 Eylül 2010 Salı

DÜZEN DEĞİŞİRSE...

Harikulade geçeceğini tahmin ettiğim 2010 yaz transfer dönemi Wade-Lebron-Bosh üçlemesiyle çöpe gitti. Cavaliers çöpe gitti, çöp tenekesinde bulunan Raptors buzların altına gömüldü, tekrar başarıya koşmak için yıllardır bu günleri bekleyen Knicks kahroldu gitti. Ve 4 sene önce daha 23 yaşında çocuk iken şampiyon olan ve birçok veterana bu yüzüğü armağan eden Wade, 2010 all-star’ında Wade’nin MVP olmaması için elinden geleni yapan doğu takımı arkadaşı Lebron 80 maçlık arkadaşı olurken Wade’nin patronluğunun uzun soluklu olmayacağı öngörümüzden daha gerçek durdu gitti.



2 tane top getirmeyi seven ve beceren adam, 2 tane müthiş penetre özellikli ama gününde olmadığında 3lüğüne çok başvurmayan adam, guard topu karşı sahaya taşıyınca ilk penetreden çıkıp topu almayı seven 2 tane adam, wade son saniye hücumlarında topu paylaşmayı sevse de patronluk yarışında haklı olarak önde durmak isteyeceğine göre 2 tane kritik top seven patron ve yanlarına en az 6 sene daha arka arkaya all-star seçilecek bir Bosh… maç içinde bunları seyretmek, tartışmak zevkli olacak hatta ufak iddialara girmek kaçınılmaz olacak, rekor kırma ihtimalleri nefes kesecek, her maçı gecenin top 5’inin 4ünü dolduracak, Lakers ile Celtics ile Magic ile oynayacağı maçlarda sahadaki kazanma inancı gözlerimizi kör edecek, mesaj maçlarındaki sertlik ’ulan play-of gelince bunlar ne olur?’ dedirtecek ve biz bu maçları izleyeceğiz ama ama ama ama 3 ceo lu şirket mi olur arkadaş? Hani Magic-Larry-Michael aynı takımda olsa bu lig burada olur muydu? Yani bu düzen devam ederse Fox’lar, Pippen’ler, Rodman’lar, Ben Wallace’lar, Fisher’ler en verimli halleri olan tamamlayıcı rollerinden çıkıp Jordancılık, Birdçülük mü oynayacaklar?


2 RESİM ARASINDAKİ FARKI BULUNUZ...



SÜRGÜNDÜ BEN OLDU...

Büyüklerin futbol sahasına dalıp ‘hadi biraz biz oynayalım.’ teklifiyle ve kendi kendilerine kabul etmeleriyle başladı basketbola sürülmemiz. Tabi hemen yan sahada basketbol oynayan daha kıyak abilerin ‘zevkli ve kolay spordur.’ teşviki sürgünümüze tutku yolu açtı… o topu çembere atmayı sevdiğim günün akşamı da babama 4 kişilik Efes- Bakırköy maçı davetiyesinin gelmesi de aşkın çekimi olsa gerek. AMA o tarihlerde İstanbul’a gidişlerimizin sebepleri arasında basketbol maçı yoktu. Alışveriş tamam. Yemeğe gitme tamam. Akraba ziyareti tamam. Futbol maçı belki ama basketbol? O NEDİR? halindeydi. (Ben yaşım 10’da bunları nasıl hatırlıyorum derseniz o biletleri görünce ‘İstanbul’a neden girilir?’ sorusuyla boğuşmamdan hatırlıyorum. )Daha doğrusu ben öyle sanıyormuşum çünkü babam zarfı açıp davetiyeye baktığı an dökülmeye başladı bu sporla olan haşır neşirliğini. Ben ümitli, abim arzulu, annem gidelim de alışveriş yapayım havasında… babam? Hatıralarından 1 kuple anlatıp, yaşamanın keyfindeyken 2 oğlunun plansız programsız aynı anda ‘baba gidelim mi?’ sorusuyla şaşkın. Annedeki gidelim bakışını görünce daha da şaşkın. Ağzından çıkan tamam ile sonrasına eklemek istediği ‘ama’ yı yutuşu ve 3 gün sonra maça gidişimiz.




O gün orda sahaya kim çıktı? Nasıl set oynandı? Hatta o kara adam neden potayı kırmaya çalıştı hiçbir fikrim yoktu. O maçtan bana kalan şehrime dönüp basketbol oynadığımda sürekli t-shirtümle alnımda olan olmayan teri silişim yani bilinç altıma giren Petar Naomoski hayranlığı. Ardından televizyondan ve videolardan izlenen Tamer Oyguç, Volkan Aydın, Ufuk Sarıca… rakipleri Levent Topsakal, Orhun Ene, HARUN ERDENAY… ve bu sevgimi hep en üst seviyede tutan MURAT MURATHANOĞLU anlatımı…




BU SEVGİMİN HAYAT TARZINA DÖNÜŞTÜĞÜ AN İSE GECENİN Bİ YARISI YUNAN KANALINDA RASTLADIĞIM JORDAN'dır…

13 Eylül 2010 Pazartesi

BİR DAHA YAŞAMAK MÜMKÜN MÜ?


abd maçı umurumda değil. hala bu fotoğrafın keyfini yaşıyorum ve İspanya'daki şampiyonaya kadar yaşayacağım. Çünkü öyle özel bir andı ki bilmem kaç milyon insanın nefesini tutuyor olması en ufak hikayemiz. 

12 Eylül 2010 Pazar

3,5 SANİYE +0.5 SANİYE= ?

Bütün bir maç bize yapmadığını bırakmayan o canım Spolding topu son 4 saniyede bize öyle bi kıyak geçti ki unutuverdik 39.56lık zaman dilimindeki terbiyesizliğini…

Ender Arslan topu kenardan oyuna sokar ve beklediğimiz olur. Hedo topla buluşur ama bizim beklediğimiz olay Sırpların da beklediği an olduğu için 3 kişi Hedo’ya doğru koşturur. Semih gelip perdesini yapar ve Hedo’nun başındaki kalabalığı 2 kişiye indir. İndirir ama kısıtlı ve sıkışık anın sonucu Spolding’in Hedo’nun kontrolünden çıkıp bize uyguladığı 39.56lık şerefsizliği bir kalemde silme kıyağına denk gelecek olan Kerem Tunçer’iyi bulması ve akabinde Kerem’in bir Sırp maçı için imkansız denebilecek bir sahneyi yani bomboş koridordan süzülüp turnike atmasını sağlamasındadır. Ondan sonrası çığlık, sevinç, tribünde hiç tanımadığın insanlarla yumağa dönüşmek, duaların kabul olduğunu görüp şükredip devlerimizin altta kalanın canı çıksın oynayışını izlemek. Ardından akla düşen gerçek mi? sorusu ve hakemin 0.5 saniye kaldığını belirtmesi. Yani yarı finale kritik maç sonu oynamadan, son saniye stresini yaşamadan gelen devlerimizin saliseler oynayıp finale çıkmasını beklemek. Ve devreye giren o bilindik film repliği, yıllardır beni sadece gülümseten film repliği ‘ o birkaç saniye bir ömür gibi geldi’… saniye bile yoktu ama ömür gibi gelme olayını yaşayışımız.

O ömürlük anda aklıma gelen ve bir türlü gitmeyen 2 fotoğraf… Magic-Spurs maçının bitimine saniye kala Hedo’nun topu oyuna sokarken Howard’a attığı top ile kazandıkları maç. Hani şu Howard’ın Duncan üzerinden vurduğu smaç ile kazanılan maç. Diğeri ise Magic’in finalin 3. maçının son saniyesinde yine Hedo’nun marifetli parmaklarının sayesinde yakaladığı ama Lee’nin kaçırdığı pozisyon ve getirisinde kaybedilen şampiyonluk umudu. Bu fotoğrafların getirdiği stres ve çözüm çabası. Bu pozisyonun aleyhimize işlemesini engellemenin yolları?
1- topu çıkaran adama baskı.
2- pota altındaki uzuna box out
3- pota altına koşu yapan zıplak oyuncuyu savunmak…

Ömür denilen anın bitmesine az kalmıştır ama sahada yukarıda maddelendirdiğim ihtimallerden 1 ve 2 yok. Telaş, acaba? Yok artık? Çok şükür Müfettiş Gadhed misali uzayan Semih…

Bahsettiğim 4 saniyenin haricinde yaşananlar ise devir daim. Sahada ‘tam yakaladık.’ derken yenen 3lüklerle; Tribünde ise molalara sıkıştırdığımız birkaç kötü Sırbistan maçı anısı ve birkaç kritik maçımızı katleden kötü hakem düdüğü anısı ile geçen zaman. ve 3.5+ 0.5 saniyede içinde Yugoslavya bulunan tüm fobileri yıktığımız mutlu son sahnesi…








not= KIZMA THEO. O TOP SADECE 4 SANİYE BİZİMLEYDİ... (gecenin kaybedeni olsa da bu adama methiyeler düzmemek elde değil... yazı coming soon)... 

FİNALDEYİZ VE BU SEFER GERÇEK BASKETBOL SEYİRCİSİ OLMALIYIZ

İhtiyacımız olan kritik maçı yaşamalı, son saniye oynamalı düşüncesini gerçekleştirdiğimiz Sırbistan maçını kazanmamızın pozitif enerjisi ile çıkacağımız ve turnuva öncesi ‘bilet aldık ama ABD yıldızları yok.’ üzüntümüzün sevince dönüştüğü maç bu maç. Altın kuralları uygulayıp altın madalyayı alabileceğimiz maç bu maç. Yenilsek te spor tarihimiz en başarılı anını yaşayacağımız ama yenmemiz halinde belki de bir defa daha rastlayamayacağımız başarıyı yakalama ihtimalli maç bu maç. Yensek te yenilsek te sevinci hak ettiğimiz, oyuncularımızla, teknik heyetle, idarecilerle gurur duyacağımız maçta bu maç.

SIRBİSTAN maçında yorulduk, biraz darbe aldık, adrenalimiz boşaldı ama dediğim gibi o maç bu maç. Dezavantajları birkaç kuralla altın yapacak bu maç.

1- ilk olarak seyirci susmayacak…

Basketbolcularımızdan ‘hadi bize destek verin.’ çığlıklarına ihtiyaç kalmamalı ki Sırbistan maçında sayı üretmekte, savunma yapmakta gösterdikleri performansları seyirciyi oyuna sokmak içinde gösterdiler. Yani motivelerini bozarak daha iyi motivasyonu çağırdılar.

Sırbistan maçında oradaydım, ABD maçında da orada olacağım ve Sırbistan maçındaki seyirci profilini görmek istemiyorum. O çocuklar kuramadığımız hayale koşarlarken makine gibi olmalıyız. En azından savunmada ıslığı, hücumda alkışı durdurmamalıyız. ABD’nin NBA’dan alışma fazla adımlarını hakemlerin gözüne sokmalıyız çünkü bu hızlı adım zaten atletik olan Amerikalıları daha da avantajlı kılıyor.

2- ABD’ye karşı top kayıpları sınırlamamız ve oların fast break hücumlarını minimuma indirmemiz onların kanatlı misali oynadıkları hızlı basketbolu incitecektir. Ve en kritik noktamızı alan savunmamızın verimliliğini ölçecektir ki şöyle Koraç zamanından kalma Efes alan savunması görmek en büyük arzum.

3- herkese ihtiyacımız var. Hani tahminimce Cenkli, Barışlı bir rotasyonumuz olmayacak ama sahaya adım atan herkese ihtiyacımız var. Hedo’ya oyunun her yerinde ihtiyacımız var ama ona olduğu kadar Ersan’a da ihtiyacımız var. Onu Sırbistan maçında olduğu gibi unutup; saha içinde eli belinde görecek kadar soğutmamamız gerekiyor.

Ben bu yapılması zor ama imkansız olmayan yazdıklarımın olması halinde sevinçten çıldırmamıza sebebiyet verecek altını alacağımıza inanıyorum ama oldu ki bu 3 maddenin hepsini layığıyla yaptık ama yenildik yada yapamadık işler kötü gitti, fark oldu maç dönmedi hatta fark oldu maçı döndürme ihtimalini yaşamadan yenildik… elimize geçen bu fırsatı kullanamadığımız için çok üzüleceğiz ama yaşadığımız bu müthiş başarıya o kadar çok sevineceğiz ki onları podyumda alkışlarken ellerimiz kızaracak, ertesi zamanlarda sokakta gördüğümüz basketbol oynayan çocukların artık Hedo, Ömer olmak istediklerini duyunca veya stillerini benzetince yaşadığımız kaynağa dönüp tekrar tekrar sevineceğiz. YANİ 2001 YILLINDAKİ AVRUPA ŞAMPİYONASI FİNALİNDE YAPTIĞIMIZ GİBİ PET ŞİŞE ATMAYACAĞIZ… 

KISA KISA 2. TUR VE ÇEYREK FİNAL

8 EYLÜL 2010 TÜRKİYE SLOVENYA 


Tarif edilmesi zor bir basketbol oynayıp Slovenleri hem savunmamızla, hem hücumdaki şut yüzdemiz ve görselliği bol hücumlarımıza şoke edip gerçek Dream Team kıvamında kazandığımız maç olmuştu. 

Murat Abi’nin bu maçtaki takıntısı nazar işleriydi…

Murat Abi’nin hastasıyız hem de Efes’in Koraç’ı kaldırmadan önceki senelerden kalma bir hastalık… (yazı, yazılar coming soon)



5 EYLÜL 2010 TÜRKİYE-FRANSA




Basketbol adına doğruları sergilememizin yanına Fransız nabzına göre verdiğimiz şerbet maçı kontrollü kazanmamızı sağladı. Şerbet olarak nitelendirdiğim Fransız hızlı hücumları ve 2. şans sayıları Fransa’yı Fransa yapan hatta basketbol doğrularını bile yenebilecek kimliğe bürünmelerini sağlayan etkenlerdi ve biz bu işi de layığıyla yapıp onları ‘umarım Türkler kötü hücum eder.’ temennisine ittik. İttik ama Hedo’nun ve Sinan’ın harikulade hücum etkinliği temenniyi umuda dönüştürecek sahneyi doğurtmadı.

Murat Murathanoğlu’nun bu maçtaki takıntısı ayakla müdahalelerdi.

Murat Abi’nin hastasıyız hem de Efes’in Koraç’ı kaldırmadan önceki senelerden kalma bir hastalık… (yazı, yazılar coming soon) 

AÇILIŞ BİZİ DE TURİSTLERİ DE BÜYÜLEMEDİ


Türk spor basınının şahane… efsane… mükemmel… gibi methiyeli manşetler atışına aldanmayın. Çünkü Sezen Aksu- Heris düetinden başka bir şaheserimiz yoktu. Daha doğrusu teker teker değerlendirildiğinde çok güzel bir program olan akrobasi, semazen, Sezen ve Akdeniz, Troya kolaj olarak uyumsuz kalınca doğan güneşim Sezen-Heris düeti oldu. Biraz  o olsun, bu illa olsun, o zaten olmazsa olmaz düşüncesinin yarattığı abuklukta Sezen’e, hayatımın en keyifli müzik birleşmesi olan Greko-Turko harmanına tutuldum. Hani 'Troya’nın programda olduğu bir gösteride nasıl olurda Troya’sız metin çıkartırsın?' diyenleri çok duyduğum için; Troya’nın kombineli açılış töreni mensubumuz olmasından dolayı 'wooowww Truva' ballandırması yapamadım ama İspanyol arkadaşlarımın yorumlarını biraz sonra yazacağım.

Ben açılış törenlerinin sahneye bağlı kalmalıyım klişesini sevmeyenlerdenim. Hep bir sürpriz arar gözlerim. Hep Moskova olimpiyatlarındaki açılış töreni canlanır gözümde. Şöyle Fazıl’lı, Burhan’lı Hüsnü’lü Ayhan’lı (Sicimoğlu) bir sürpriz umdum durdum. Hani programı çok öncelerden biliyordum ama umut etmenin geçekle bir alakası olmadığında taze kaldı heyecanım. Dünyanın 3. büyük spor organizasyonun açılışı sürprizsin, yoldan geçen 10 TÜRKten 7’sinin yapabileceği sıradanlıkta bir gösteri düşünmedim. Hele Mehmet Ali Şahin’in ‘konuşma yapacağımdan haberim yoktu.’ , Faruk Nafiz Özak’ın ‘euro 2016’da hakkımızı yediler. Bu ülke olimpiyat bile yapar.’ demeçlerinin geçtiği bir açılış törenini hiç mi hiç ummadım. Belki de ‘sürpriz sürpriz’ diye tutturmamın belasıydı bu demeçler.

Rekor adı altında ballandırılan çocuklarla şarkı söyle kapanışındaki şuursuzluğa da 1 kaç kelime hatta cümle hatta paragraflar yazmak isterdim ama yazmayacağım. sadece 'umarım Kıraç o andan itibaren kapanış hazırlıklarına başlamıştır. boru mu? 2 hafta...

Anladığınız üzere beklentilerime ulaşamadığımı belirttim peki ya İspanyol arkadaşlar?

Mar= hoş olduğu bir gerçek ama geçişlerde yaşadığınız sıkıntı ortadaydı. Ve kapanışı neden öyle kaçarcasına yaptınız anlamadım.

Juan= dansözün bu kadar kapalı olmasının nedeni ramazan mı?

Suz= anlaşılan Sezen Aksu kendine iyi bakmıyor. Neşesi yerinde ama sesi biraz yorulmuş.

Dan= yahu siz dünyanın en iyi yemeklerini yapan ve yiyenlersiniz. Neden yoktu?

Ve toplu görüş= dönen insanlar olağanüstüydü ama gözler mercan dede’yi aradı. Müziği hiç akdenizli olmasa da TROYA harikaydı…